ŞAHI VELAYET İMAMI ALİ (R.A.)

 / ŞAHI VELAYET İMAMI ALİ (R.A.)


ŞAHI VELAYET İMAM ALİ KERREMALLAHU VECHEH

 

Hicretten yaklaşık yirmi iki yıl önce (m. 600) Mekke’de doğduğu rivayet edil­mektedir. Babası Hz. Peygamber’in am­cası Ebû Tâlib, annesi de Fâtıma bint Esed b. Hâşim’dir. Ebû Tâlib’in en küçük oğludur. Mekke’de baş gösteren kıtlık üzerine Hz. Peygamber amcası Ebû Tâ­lib’in yükünü hafifletmek için onu hima­yesine almış, Hz. Ali beş yaşından itiba­ren hicrete kadar onun yanında büyü­müştür. Hz. Muhammed’in peygamber­liğine ilk iman edenlerdendir. Ancak Hz. Hatice ile aynı zamanda veya ondan he­men sonra yahut da Hz. Hatice ve Hz. Ebû Bekir’den sonra iman ettiği husu­su, Ehl-i sünnet ile Şiîler arasında tartı­şılan bir konudur.Bu sırada yaşının dokuz, on veya on bir olduğu rivayet edilir. Bu durumda onun Hz. Hatice’den sonra, ya­şına göre, çocuklar arasında ilk inanan ve Hz. Peygamber’le birlikte ilk namaz kılan kimse olduğu ağırlık kazanmakta­dır. Hz. Ali’nin hicretten önceki hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Ancak hayatı, menkıbevî ve efsanevî riva­yetlerle örülü Şiî kaynaklarda doğumun­dan İtibaren en ince teferruatına kadar ve zengin kerametlerle dolu olarak an­latılır.Mekke müşriklerinin eza ve cefalarını gittikçe artırmaları ve hatta kendisini öldürme hazırlıklarına girişmeleri üzeri­ne Medine’ye hicret etmeye karar ve­ren Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi, kendisini öldürmeye gelecek müşrikleri oyalamak ve yokluğunu gözlemek maksadıyla Mek­ke’de bırakmıştır. O da geceyi Peygam­ber’in yatağında geçirerek onun evde olduğu kanaatini uyandırmıştır. Daha sonra da Hz. Peygamber’in kendisine bı­raktığı emanetleri sahiplerine iade edip yine onun emri uyarınca Resûlullah’ın kı­zı Fâtıma, kendi annesi Fâtıma ve ya­nındakileri Mekke’den ayrılarak Küba’­da Hz. Peygamber’e yetişmiştir. Hicre­tin beşinci ayında muhacirler ile ensar arasında yakınlık ve dayanışma sağla­mak amacıyla kurulan muâhât sırasın­da Hz. Peygamber Ali’yi kendisine kar­deş olarak seçmiş, hicretin 2. yılının son ayında da onu kızı Fâtıma ile evlendirmiştir. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin adlı erkek çocukları ile Zeyneb ve Ümmü Gülsûm adlı kız ço­cukları olmuştur. Hz. Ali Hz. Fatma’nın sağlığında başka evlilik yapmamıştır. Fâtıma’nın vefatından sonra ise birçok de­fa evlenmiş ve çok sayıda çocuğu dünya­ya gelmiştir.

Hz. Ali Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber başta olmak üzere hemen hemen bütün gazve ve seriyyelere katılmış, bu savaşlarda Resûl-i Ekrem’in sancaktarlığını yapmış ve daha sonraları menkıbe­vî bir üslûpla rivayet edilen büyük kahra­manlıklar göstermiştir. Uhud’da ve Huneyn’de çeşitli yerlerinden yara alması­na rağmen Hz. Peygamber’i bütün gü­cüyle korumuş, Hayber’de ağır bir de­mir kapıyı kalkan olarak kullanmış ve bu seferin zaferle sonuçlanarak yahudilere galebe çalınmasında büyük payı ol­muştur. Fedek’te Benî Sa’d’a karşı gön­derilen seriyyeyi (6/628) ve Yemen’e ya­pılan seferi (10/632) sevk ve idare et­miştir. Bu sonuncu sefer üzerine Benî Hemdân kabilesi Müslümanlığı kabul et­miştir. Tebük Gazvesi’nde ise Hz. Pey­gamber’in vekili olarak Medine’de kal­mıştır.

Hz. Ali, Hz. Peygamber’e kâtiplik ve vahiy kâtipliği yapmış, Hudeybiye Antlaşması’nı da o yazmıştır. Evs, Hazrec ve Tay kabilelerinin taptıkları putlarla Mek­ke’nin fethinden sonra Kabe’deki putla­rı imha etme görevi ona verilmiştir. Hic­retin 9. (631) yılında hac emîri olarak tayin edilen Hz. Ebû Bekir’e Mina’da ye­tişip o sırada inmiş bulunan Tevbe sûre sinin ilk yedi âyetini okumak, ayrıca müş­riklerle müslümanların bu yıldan sonra hacda bir arada bulunamayacağını ve hiç kimsenin Kabe’yi çıplak tavaf ede­meyeceğini bildirmek üzere Peygamber tarafından görevlendirilmiştir. Hz. Pey­gamber vefat ettiğinde cenazenin yı­kanması ve benzeri hizmetleri, vasiyeti üzerine Hz. Ali ile Resûlullah’ın yakın ak­rabasından Abbas, oğulları Fazl ve Ku­şem ile Usâme b. Zeyd yapmışlardır. Bu sırada Benî Sâide avlusunda toplanan ensar ve muhacirin Hz. Ebû Bekir’i hali­feliğe seçince Ali ona, Hz. Fâtıma’nın al­tı ay sonra vuku bulan vefatına kadar biat etmemiştir. Hz. Ali’nin hilâfet ma­kamında gözü olup olmadığı konusu, ya­hut Ebû Bekir’in hilâfete seçilmesini bir oldu bitti şeklinde değerlendirmesi, Ehl-i sünnet ile Şiîler arasında oldukça tar­tışmalıdır. Ancak durum ne olursa ol­sun o, Hz. Ebû Bekir’in halifeliğe seçili­şinden sonra hilâfet konusunda hiçbir şekilde hak iddiasında bulunmadığı gibi Ebû Bekir’e biat eden ashâb-ı kiram da halife seçiminde, Şiîler’in iddia ettiği nasla tayin veya veraset faktörünü göz önünde bulundurmamıştır. Onlar Ebû Bekir’i, gelişmekte olan İslâm devleti­nin savunma ve yayılmasını gerçekleşti­rebilecek, birliği ve düzeni koruyabile­cek kabiliyette oluşu, Kureyş’e mensu­biyeti, yaşı ve tecrübesi sebebiyle etra­fında saygı uyandırışı, İslâmiyet’i kabul­deki önceliği ve Resûlullah’ın en yakın arkadaşı oluşu gibi vasıflarına dayana­rak halife seçmişlerdir.

Hz. Ali ilk üç halife döneminde ne bir idarî görevde bulunmuş, ne de yapı­lan savaşlara katılmıştır. Sadece Halife Ömer’in Filistin ve Suriye seyahati sırasında Medine’de askerî vali olarak kal­mış, Medine’de ikamet edip dinî ilimler­le uğraşmayı diğer görevlere tercih et­miştir. Kur’an ve hadis konusundaki de­rin ilminden dolayı hem Hz. Ebü Bekir’in hem de Ömer’in özellikle fıkhî mesele­lerde fikrine müracaat ettikleri bir sahâbî olmuştur. Hz. Ömer zamanında, Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hic­ret ettiği günün İslâm tarihi için baş­langıç kabul edilmesine dair teklif de onun tarafından yapılmış ve kabul edil­miştir. İkinci halife Ömer’in 23 (644) yı­lında azatlı bir köle tarafından hançer-lenmesi üzerine, vefat etmeden önce ha­life seçimi işini havale ettiği şûranın bir üyesi de Ali idi. O, bu şûra tarafından halifeliğe getirilen Hz. Osman zamanın­da cereyan eden bazı karışıklıklarla ona karşı girişilen hareketleri destekleme­mekle beraber, başta Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm olmak üzere bir kısım ashapla birlikte zaman zaman çe­şitli tenkitlerde bulunmuştur. Halifeyi bazı icraatı, özellikle şer’î cezaların tat­bik edilmemesi sebebiyle Kur’an ve Sün­netten uzaklaşmakla suçlamıştır. Hz. Ali’nin tenkit ettiği konular arasında, Hürmüzân’a farklı bir kısas uygulaması, içki içen ve sarhoş olarak namaz kıldıran Küfe Valisi Velîd b. Ukbe’yi ancak ısrar karşısında cezalandırması, hac sırasında Mina’da seleflerinin aksine namazı iki yerine dört rekat kıldırması, Şam Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân’ın icraatını açık­tan tenkit ettiği için Ebû Zer el-Gıfârriyi Rebeze’ye sürmesi gibi hususlar sayıla­bilir. Ali b. Ebû Tâlib bu son vak’a üzeri­ne Hz. Osman’a açıkça karşı çıkmış ve hatta halifeye rağmen Ebû Zer’i oğulla­rıyla birlikte Medine’den uğurlamıştır. Hz. Ali, Talha ve Zübeyr gibi önde gelen sahâbîlerin halifeyi bu tarzda tenkit et­miş olmaları, Mısır, Basra ve Kûfe’den yola çıkarak Medine’ye gelen ve idareye karşı ayaklanan isyancıları cesaretlendir­miş ve onlara bu sahâbîlerle görüşme­lerde bulunma ve hatta halifenin halin­den sonra hilâfet makamına geçme tek­lifini yapma cüretini vermiştir. Üç büyük sahâbî kendilerine yapılan bu teklifi şid­detle reddetmiş, bilhassa Hz. Ali isyan­cıları teşebbüs etmekte oldukları işten vazgeçirmek için ciddi ikaz ve nasihatlarda bulunmuştur; ancak onların hali­fenin evini kuşatmalarına engel olama­mıştır. Olayların gelişmesi üzerine de oğulları Hasan ile Hüseyin’i halifenin evi­nin önünde nöbetçi olarak bırakmış ve ona karşı baştan beri sürdürdüğü yar­dımlarını esirgememiştir. Bütün bu ted­birlere rağmen halife isyancılar tarafın­dan şehid edilmiştir (35/656). Hz. Osman şehid edilince Ümeyye so­yuna mensup olanlar Medine’den sü­ratle uzaklaşmış ve böylece şehir bütü­nüyle isyancıların hâkimiyetine girmiştir. Daha sonra Abdullah b. Ömer, Sa’d b. Ebû Vakkâs, Mugîre b. Şube, Muhammed b. Mesleme ve Üsâme b. Zeyd’in de aralarında bulunduğu ashap mescidde toplanarak yeni halife seçimine gitmiş­lerdir. Ali b. Ebû Tâlib kendisine yapılan hilâfet teklifini orada bulunan Talha ve Zübeyr’e yöneltmiş, fakat ısrar üzeri­ne biati kabul etmiştir. Bu biatin tarihi hakkında kaynaklarda farklı rivayetler bulunmaktadır. Bir kısmına göre (Taberî, I, 3066) biat Hz. Osman’ın şehid edildiği gün (18 Zihlicce/17 Haziran), bir kısmı­na göre ise (İbnu 1-Esîr, el-Kâmil, III, 192) beş gün sonra oluşmuştur.

Biattan sonra Hz. Ali’yi bekleyen en önemli mesele, Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması idi. Ancak ortada belirli bir katil yoktu. Sayıları binleri bulan bir kalabalık (Dîneverî, s. 163), "Osman’ı hepi­miz öldürdük" diyorlardı. Halifenin şeh­re, tamamen hâkim durumda olan âsi­lerle hemen başa çıkamayacağı açıktı. Bu durumda ortalığın yatışmasını bek­lemek en doğru yoldu. Yeni halifeyi bu karara sevkeden muhtemel âmillerden biri de kendisine fiilen yalnız Medine’de biat edilmiş olması, diğer vilâyetlerde durumun henüz aydınlığa kavuşmamış bulunması idi. Nitekim Şam valisi ve Hz. Osman’ın yeğeni Muâviye, kendisini biata davet için gelen elçiye, Ali’nin isyan­cıların suç ortağı olduğunu iddia ederek red cevabı vermiş ve Osman’ın kanını dava edeceğini göstermişti. Bunun üze­rine Hz. Ali, önceleri Hz. Osman’a karşı muhalefeti desteklerken şimdi kendisi­ni halife olarak tanımak istemeyen Hz. Âişe’yi, ayrıca dört ay sonra Âişe’nin saf­larına katılan Talha ve Zübeyr’i itaata davet için acele kuvvet toplamak ve Bas­ra üzerine yürümek zorunda kaldı. Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmayı sa­mimi olarak isteyen, ancak uygun şart­ların doğmasını beklediği anlaşılan ha­lifeye karşı Muâviye’nin gösterdiği bu menfi tutumun, ayrıca Mekke’de bulu­nan Emevî ailesi mensuplarının yanında yer alan bazı sahâbîlerin bu davranışla­rının gerçek sebeplerini izah edebilmek, mevcut bilgilerle mümkün görünmemek­tedir.

Hz. Âişe’nin önderliğindeki ordu ile hilâfet ordusu basra önlerinde Hureybe mevkiinde karşılaştı (15 Cemâziy’el-Âhir 36/9 Aralık 656) Tarihte Cemel Vak’ası adıyla meşhur olan savaş sonunda Hz. Ali galip geldi, Talha ve Zübeyr de dahil olmak üzere pek çok müslüman öldü. Bu savaşta ölenlere çok üzülen ve ce­naze hizmetlerini bizzat yürüten hali­fe, Âişe’yi hanımlardan oluşan bir heyet refakatinde Medine’ye gönderdi. Beytülmâldeki paraları ve savaş meydanın­da ele geçen mal ve silâhları ordusuna ganimet olarak dağıttıktan ve kendisi­ne karşı harekete geçenlerle hesaplaştıktan sonra Muâviye’yi tekrar biata da­vet etti, fakat sonuç alamadı. Bu yüz­den müslümanlar bu defa Sıffîn’de karşı karşıya geldiler (Zilhicce 36/Haziran 657). Süvari ve piyade kuvvetlerinin üç ay sü­ren ve tarafları oldukça bıktıran müca­deleleri, "leyletü’l-herîr" adıyla meşhur olan 9-10 Safer 37 (27-28 Temmuz 657) gecesi cuma sabahına kadar bütün şid­detiyle devam etti. Halife, ünlü kuman­danı Mâlik el-Ester vasıtasıyla Muâvi­ye ordusuna son ve öldürücü darbeyi  indirmek üzere iken ümidini kaybeden Muâviye savaş meydanından kaçmaya karar verdi (Müberred, m, 1232; Taberî, I, 3330), fakat Mısır fâtihi Amr b. Âs im­dadına yetişerek iki taraf arasındaki ih­tilâfın halledilmesi için Allah’ın kitabının hakemliğine başvurulması tavsiyesinde bulundu. Bunun üzerine Muâviye büyük Şam mushafını beş mızrağın ucuna bağ­latarak taşıttı, askerleri de yanlarında bulunan mushafları mızraklarının ucu­na bağlayarak, "Ey İraklılar! Savaşı bı­rakalım; Allah’ın kitabı aramızda ha­kem olsun!" diye bağırdılar. Bu hare­ket Ali b. Ebû Tâlib’in ordusundaki kurrâ’nın üzerinde Amr’ın beklediği tesiri icra etti, halife bunun bir hile olduğu hususundaki ikazlarına rağmen ordu­suna söz dinletemedi ve kurrâdan bir çoğunun ısrarıyla hakem kararına baş­vurulması teklifini kabule mecbur kaldı. Hz. Ali istemeyerek Ebû Mûsâ el-Eş’ariyi hakem tayin etti, Muâviye de Amr b. Âs’ı hakem seçti. Taraflar Sıffîn’de, ha­kemlerin Allah’ın kitabı, gerektiğinde de Resûlullah’ın sünneti ile hükmetmeleri şartıyla anlaştılar (13 veya 17 Safer 37/ 31 Temmuz veya 4 Ağustos 6571. Ancak 70.000 müslümanın öldüğü Sıffîn Savaşı’nın sonunda hakemlerin belirlenmesine rağmen halifenin ordusundaki Temîmliler’den bazıları. "Lâ hükme illâ lillâh" sloganıyla hakem olayına karşı çıktılar; Hz. Ali’nin hakem tayin etmek suretiyle işlediği hatadan tövbe etmesini ve Kur-ân-ı Kerîm’in buyruğuna uyarak (el-Hu-curât 49/9) isyancılarla Allah’ın emrine itaat edinceye kadar savaşmasını iste­diler. Hz. Ali de Allah’ın bu emrini işin başında kendilerine hatırlatmasına rağ­men kendisini dinlemediklerini, şimdi ise karşı tarafla bir anlaşmaya gidildi­ğini, dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in hük­müne göre (en-Nahl 16/91) bu anlaşma­yı bozamayacağını bildirdi. Bunun üze­rine, çoğunluğu Temîm kabilesine men­sup yaklaşık 10.000 civarındaki asker halife ile birlikte Kûfe’ye dönmeyerek Küfe yakınındaki Harûrâ’ya çekildiler. Halife Harûrâ’ya gidip onlarla konuştu, 6000 kişilik bir grup kendisiyle beraber Kûfe’ye döndü. Geride kalan ve daha sonra Haricîler diye anılacak olan 4000 kişilik bir kuvvet ise Nehrevan’a gitti.Bu arada hakemler ilk toplantılarını Ramazan 37 (Şubat 658) tarihinde Suriye Irakyolu üzerindeki Dûmetülcendel’ de yaptılar ve Hz. Osman’ın icraatının katlini gerektirecek bir gayri meşruluk taşımadığı, dolayısıyla haksız yere öldü­rüldüğüne dair ilk kararlarını aldılar. Hz. Ali ise kuvvetlerini toplayıp yeniden Mu-âviye ile savaşmaya hazırlanıyordu. Bu arada Nehrevan’da bulunan Hâricîler’i ikna etmek için kendilerine mektup yazdıysa da sonuç alamadı. Haricîlerin as­haptan Abdullah b. Habbâb ve hamile karısını sırf kendi görüşlerini paylaşma­dığı için hunharca katletmeleri üzeri­ne. Haricî meselesini hallettikten sonra Şam’a yürümeye karar verdi. Nehrevan’daki Haricîler Hz. Ali’nin kendilerine yaptığı teklifleri reddederek savaşı baş­lattılar. 9 Safer 38 (17 Temmuz 658) ta­rihinde vuku bulan şiddetli çarpışmada Hâricîler’in tamamına yakını hayatlarını kaybettiler. Hz. Ali bu savaştan sonra Şamlılar’a karşı harekete geçmek üzere Nuhayle’de konakladı. Küfede kalan ve ehl-i Nuhayle denilen yaklaşık 2000 ki­şilik bir Haricî topluluğuyla konuşarak onlardan ya kendisine iltihak edip Şam­lılar üzerine yürümelerini veya geri dön­melerini istediyse de Haricîler kendisini küfürle itham ederek bu isteğini geri çevirdiler. Yapılan savaşta birçoğu öldü­rüldü geri kalanları da Mekke’ye kaçtı. Bütün bu hadiseler üzerine bıkkınlık ve yılgınlığa düşen askerleri artık savaş­mak istemediklerini söyleyince, halife Kûfe’ye dönmek ve Muâviye’ye karşı fa­aliyetlerini durdurmak zorunda kaldı.

Esasen hakemler Dûmetülcendel’deki ilk toplantılarından sonra Şaban 38’de (Ocak 659) Ezruh’ta bir araya geldikle­rinde, Ali b. Ebû Tâlib ile Muâviye b. Ebû Süfyân’ın her ikisinin de azledile­rek halifenin bir şûra tarafından seçil­mesi kararına varmışlardı. Bu karar ön­ce Hz. Ali’nin hakemi Ebû Mûsâ tarafın­dan açıklandı; söz sırası Muâviye’nin hakemi Amr b. Âs’a gelince o hilâfet makamına Muâviye’yi tayin ettiğini bil­dirdi. Ebû Musa’nın bu karara karşı çık­masına rağmen durum değişmemiş ve neticede hakem olayı hilâfet meselesini bir çıkmaza götürmüş, İslâm dünyasını da birtakım siyasî ve içtimaî huzursuz­luklara sürüklemişti. Halkın bir kısmı­nın Hz. Ali’yi, bir kısmının da Muâviye’yi halife olarak tanıması sebebiyle de ikili bir iktidar ortaya çıkmıştı. Hz. Ali hakem olayından sonra Kûfe’ye çekilip Muâvi­ye’ye karşı yeni bir sefer için hazırlıkla­ra başlamış, fakat savaşmaktan bıkmış sebatsız İraklı askerlerden yeterli des­tek görememişti. Nihayet büyük gayret sarfederek 40.000 kişilik bir ordu teşkil edebilmiş ve sefere hazırlanmıştı. Ancak Kûfe’de, intikam arzusu ile yanıp tutuşan Haricî Abdurrahman b. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında yaralanmış, aldığı yaranın tesiriyle iki gün sonra 19 veya 21 Ra­mazan 40’ta (26 veya 28 Ocak 661) vefat etmiş ve Kûfe’ye (bugünkü Necef) defnedilmişti. Bu sırada Muâviye Suriyeliler’in tam desteğini sağlayarak başta Mısır olmak üzere Hz. Ali’nin hakimiyetindeki birçok yeri ele geçirmiş ve Emevî Devle-ti’nin temellerini atmıştı.

Ali b. Ebû Tâlib ortaya yakın kısa boy­lu, koyu esmer tenli, iri siyah gözlü olup sakalı sık ve genişti: yüzü güzeldi, gü­lümserken dişleri görünürdü. Kendisine Hz. Peygamber tarafından verilen "Ebû Türâb" lakabından başka "el-Murtazâ" ve "Esedullâhi’l-gâlib" gibi lakapları da vardır. Çocukluğunda puta tapmadığı için daha sonraları "Kerremallahu veç­heli" dua cümlesiyle anılmıştır. Onun, İslâm’ın yayılış tarihinde ve Müslümanlar arasındaki ilim, takva, ihlâs, sami­miyet, fedakârlık, şefkat, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlâkî ve insanî vasıflar bakımından müstesna bir mev­kie sahip bulunduğunu, Kur’an ve Sün­neti en iyi bilenlerden biri olduğunu he­men hemen bütün Sünnî ve Şiî kaynak­lar ittifakla belirtirler. 0 aynı zamanda tasavvuf dünyası için de vazgeçilmez bir isim olması sebebiyle İslâm tasavvuf edebiyatında, özellikle Türk kültüründe ayrı bir anlam ve önemle ele alınmıştır. Her şeye rağmen Hz. Ali’nin tarihî şah­siyetini, meziyetlerini ve özelliklerini tam anlamıyla doğru bir şekilde belirleyebil­mek çok güçtür; çünkü gerek faaliyet­leri gerekse kendisine atfedilen konuş­maları ve şiirleri hakkında son derece farklı rivayetler mevcuttur. Kesin olan husus, onun Kur’an ve Sünnet’e tam an­lamıyla bağlı, dünyevî işlerden uzak kal­mayı dileyen, İslâm tarihinin Cemel, Sıffîn, Nehrevan gibi talihsiz vak’aları so­nunda göz yaşı döküp muhaliflerinin iman ve hidayetleri için dua edecek ka­dar hassas, takva sahibi ve idealist bir mümin olduğudur. Ancak Şiî dünyası, onun İslâm kamuoyunda benimsenmiş olan özellikleriyle yetinmeyip bir fırka olarak teşekküllerindeki esas ve temel unsur olan imamet vasfı ve hakkı üzerin­de ısrarla durur ve bu hususta Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnetin mantığıyla çoğu za­man uyuşmayan pek çok asılsız menkı­beler ve hatta hadisler ileri sürer. Onla­ra göre Ali b. Ebû Tâlib, bizzat Hz. Pey­gamber tarafından Allah’ın emriyle ken­disinden sonra ümmetin başına imam  ve halife olarak tayin edilmiş, Hz. Pey­gamber de nübüvvetinin ilk yıllarından başlamak üzere muhtelif vesile ve delil­lerle bu konuyu ümmetine bildirmiş ve­ya göstermiştir. Ancak Şiîler’in bu gö­rüşünü İslâm’ın genel prensipleri ve hu­kuk anlayışıyla bağdaştırmak mümkün görülmediği gibi, bunun büyük müslüman çoğunluğunun telakkisine ve tarihî gerçeklere de ters düştüğünü söylemek lâzımdır. İlmî Şahsiyeti. Hz. Ali ashâb-ı kiram arasında Kur’an, hadis ve özellikle fıkıh alanındaki bilgileriyle kendini kabul et­tirmiş bir otoritedir. Rivayet ettiği ha­dislerin çoğu fıkhî konulara dair olup bunları Hz. Peygamber’den ve Hz. Ebû Bekir, Ömer, Mikdâd b. Esved ve hanı­mı Hz. Fatma’dan duymuştur. Kendi­sinden de oğulları Hasan, Hüseyin, Mu­hammed el-Hanefiyye, diğer sahâbîler­den Abdullah b. Mes’ûd, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre, Berâ b. Âzib, Ebû Saîd el-Hudrî ve daha başkaları, ayrıca Ebü’l-Esved ed-Düelî, Ebû Vâil ŞakTk b. Seleme, Şa’bî, Abdur-rahman b. Ebû Leylâ ve Zir b. Hubeyş gibi birçok tabiî rivayette bulunmuşlar­dır.   Rivayet ettiği  hadislerin  tamamı 586’dır. Bunlardan yirmisi hem Buhârî hem de Müslim’de yer almakta, ayrıca dokuzu sadece Şahîh-i Buhârî’de, on beşi de Şahîh-i Müslim’de bulunmak­tadır. Resûl-i Ekrem ile çoğu zaman be­raber bulunması sebebiyle rivayet ettiği hadisler içinde onun şemâiline, ibadet ve dualarına dair olanlar daha çoktur. Hz. Peygamber zamanında yazdığı ve devamlı olarak kılıcının kınında taşıdığı bir hadis sahîfe’si vardı. Bizzat kendi­sinin belirttiğine göre bu sahîfe diyete dair hükümlerle düşman  elindeki  bir esiri kurtarmanın yolları, bir kâfir için müslümanın   öldürülemeyeceği,   Medi­ne’nin Harem bölgesi sınırları gibi ko­nulardaki   hadisleri   ihtiva   etmekteydi (Buhârî, "’İlim", 39, "Cihâd", 171, "Cizye", 10, 17). Söz konusu sahîfe, Rifat Fevzi Abdülmuttalib   tarafından   muhtevası tahlil edilerek Şahîfetü Alî b. Ebî Tâlib adıyla Kahire’de yayımlanmıştır (1406/ 1986). Hz. Ali, Kur’ân-ı Kerîm ile bu sahîfenin dışında Hz. Peygamber’den özel bir talimat almadığını ve başka bir şey yazmadığını ısrarla belirtmiştir (bk. Müs­lim, "Edâhî", 43-45). Hilâfeti zamanında, hadislerin dikkatle rivayet edilmesini te­min maksadıyla, Hz. Peygambere aidi­yetini kesin olarak bilmediği hadisleri nakledenlere, onları Resûl-i Ekrem’den duyduklarına dair yemin ettirirdi (Tirmi-zî, "Tefsir", 4). Herkesçe bilinen hadisle­rin rivayet edilmesi gerektiğini söyler, bu vasfı taşımayan ve güvenilmeyecek derecede zayıf olan rivayet­lerle meşgul olmayı menederdi. Kur’ân-ı Kerîm konusundaki derin bil­gisinden faydalanmak isteyenleri ken­disine soru sormaya teşvik eder, âyet­lerin nerede ve ne zaman nazil olduğu­nu çok iyi bildiğini söylerdi. Zira Hz. Peygamber daha hayatta iken Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberlemiş bulunan ve onun meselelerine hakkıyla vâkıf olan sayılı sahâbîlerden biri de o idi. Ne yazık ki aşırı taraftarları hadis konu­sunda yaptıkları gibi tefsir ilminde de ona birçok görüş nisbet ettikleri için, Kur’an tefsirine dair güvenilebilir pek az kanaati kaynaklara intikal edebil­miştir. Ondan rivayet edilen tefsire dair bilgilerin güvenilir üç tarik’i şöyledir: 1. Hişâm b. Hassan el-Ezdî - Muhammed b. Şîrîn - Abîde es-Selmânî - Ali b. Ebû Tâlib. z. Abdullah b. Abdurrahman b. Ebû Hüseyin - Ebü’t-Tufeyl Âmir b. Va­sile el-Leysî - Ali b. Ebû Tâlib. 3. Zührî -Ali b. Zeynelâbidîn - babası Hüseyin b. Ali - babası Ali b. Ebû Tâlib. Talebesi Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Ali b. Ebû Tâlib’den daha güzel Kur’an okuyan biri­ni görmediğini söylemiştir. Ondan arz yoluyla kıraat öğrenen diğer tabiîler ara­sında Ebü’l-Esved ed-Düelî ve Abdur­rahman b. Ebû Leylâ da bulunmaktadır.

Ali b. Ebû Tâlib Yemen’de kadılık yap­mıştır. Hz. Peygamber Hâlid b. Velîd’den sonra onu bu görevle Yemen’e gönder­mek istediği zaman, kendisi ilmî duru­munun böyle bir vazifeyi başarıyla yü­rütmeye elverişli olmadığını ileri sür­müş, fakat Hz. Peygamber elini onun göğsüne koyarak kendisini teskin et­miş, Allah Teâlâ’nın ona doğruyu ilham edeceğini ve hakkı söyleteceğini belirte­rek tereddütlerini gidermiş, orada nasıl hükmetmesi gerektiğini öğretmiştir (Ebû Dâvûd, "Akdiye", 6; Tirmizî, "Ahkâm", 5; Müsned, I, 83, 88, 111, 136, 149, 156). Ve­da haccında Hz. Peygamberle birlikte haccetmek için Yemen’den yola çıkmış ve Mekke’de buluşmuşlardır. Onun hu­kuk bilgisi ve hüküm vermedeki başarı­sı Hz. Ömer tarafından, "En isabetli hüküm verenimiz Ali idi" şeklinde orta­ya konulmuştur (Buhârî, "Tefsir", 2/6). Bu sebeple ilk üç halife önemli mesele­lerde onun fikrini almayı ihmal etme­mişlerdir. Diğer sahâbîler de görüşleri­nin doğruluğuna inandıkları için hak­kında fikir beyan ettiği dinî bir mesele­yi başkalarına sorma ihtiyacını duyma­mışlardır. Ashabın en âlim simalarından biri olduğu halde ondan İbn Ömer, İbn Abbas gibi genç sahâbîlerden daha az bilgi nakledilmesinin sebebi, hilâfet yıl­larının tamamen savaşlarla ve ortaya çıkan fitneleri bastırmakla geçmiş ol­ması, geniş fıkıh ve tefsir bilgilerini genç nesillere aktarmaya fırsat bulamamasıdır. Ötekilerin bu konudaki en büyük avantajları, Hz. Ali’ye nisbetle daha uzun bir ömür yaşamış olmalarıdır.Hz. Ali’nin nahiv ilminin esaslarını or­taya koyduğuna dair rivayetin güvenilir bir kaynağı yoktur. Cifr ilminin ona nisbet edilmesi ise tamamen asılsız bir iddiadır.

Fesahati ve üstün hitabeti ile de tanı­nan Hz. Ali’nin güzel ve hikmetli sözle­ri kaynaklarda nakledilegelmiştir; fakat onun düşünce ve hitabetine has özellik­lerden yoksun siyasî-dinî görünümlü ba­zı hitabe ve mektupları şair ve edip Şe­rif er-Radî (ö. 359/969) tarafından bir araya getirilmiştir. Şiîler bu eserdeki sözlerin Hz. Ali’ye ait olduğunda şüphe etmedikleri halde Sün­nîler bunları haklı olarak tereddütle kar­şılamakta ve bu rivayetlerin çoğunun onunla bir ilgisi bulunmadığını kabul et­mektedirler.

Hz. Ali’nin hikmetli sözlerinden bazı­ları şunlardır: "İnsanlara anlayacakları şeyleri (veya hadisleri) söyleyiniz. Aksi halde Allah ve Resulü’nün yalanlanma­sına gönlünüz razı olur mu?" "İnsanlar uykudadır: öldükleri zaman uyanacak­lardır." "Kişi bilmediğinin düşmanıdır." "Her şey azaldıkça, ilim ise arttıkça kıy­metlenir." "Size en büyük âlimin kim olduğunu haber vereyim mi? Allah’ın kul­larına onun yasaklarını cazip gösterme­yen, Allah’ın verdiği mühlete aldanıp da onlara ilâhî azaptan kurtulduklarını tel­kin etmeyen ve O’nun rahmetinden ümit kesilmesine sebep olmayan kim­sedir."

 Aşere-i mübeşşere’den olan Hz. Ali’nin fazilet ve menkıbelerine dair rivayetler, Ahmed b. Hanbel’in de dedi­ği gibi, diğer sahâbîler hakkında nakle­dilen rivayetlerle kıyaslanamayacak ka­dar çoktur. Bazı ilim adamlarına göre, Hz. Ali’ye muhalif olan Emevî yönetici­lerden bir kısmının onun faziletleri hak­kında rivayette bulunanları tehdit et­meleri, buna karşılık sahâbîlerin onunla ilgili olarak Hz. Peygamber’den duyduk­ları her sözü, gördükleri her olayı özel­likle tesbit etmeye gayret etmeleri bu rivayetlerin çoğalmasına imkân hazırla­mıştır. Diğer taraftan Şiîler’le onu bâtıl davaları adına istismar eden fırkalar, fa­zileti konusundaki sahih haberlerle ye­tinmemişler, daha onun sağlığında, di­ğer halifelerden üstünlüğüne dair ken­disini bile rencide eden hadisler uydur­muşlardır. Nitekim Şiî âlimlerden İbn Ebü’l-Hadîd, fezâil ile ilgili uydurma hadislerin ilk defa Şiîler tarafından or­taya konduğunu ve Ali b. Ebû Tâlib hak­kında pek çok hadis uydurulduğunu söy­lemektedir (Şerhu Nehci’lbelâğa, III, 26). Gerek onun gerekse ehl-i beytinin fazi­leti konusunda Kûfeliler’ce 300.000’den fazla hadis uydurulduğuna dair rivayet (İbn Arrâk, I, 407) mübalağalı olsa bile, bu konuda yine de bir fikir vermekte­dir. İmam Nesâiyi Hz. Ali’nin faziletleri­ne dair rivayet edilebilir durumdaki hadisleri Kitâbü’l-Hasâiş fî fazlı ’Alî b, Ebî Tâlib adlı eserde (Kahire 1308) toplamaya sevkeden önemli sebepler­den biri, onun hakkında pek çok hadi­sin uydurulmuş olmasıdır. Bununla be­raber eserde yer alan Hz. Ali ile ilgili kırk kadar konudaki 200e yakın rivaye­tin hepsi de aynı sağlamlıkta değildir. Ahmed b. Hanbel Kitâbü Feza’ili’ş-şahâbe adlı eserinde (Mekke 1403/1983) Hz. Ali’nin faziletlerine dair rivayetler­den 300 kadarını toplamıştır (11, 563-728). Eseri neşre hazırlayan Vasiyyullah b. Muhammed Abbas’ın titiz çalışmala­rından anlaşıldığına göre bu rivayetlerin elliye yakını sahih, pek azı hasen. on yedisi mevzu, geri kalanları da güve­nilemeyecek derecede zayıftır. Hz. Ali’nin faziletleri hakkında aşırı Şiî guruplar (Gâliyye) tarafından uydurulan hadislerin önemli bir kısmı İslâmî ölçülerle bağdaşmayacak mahiyettedir. Meselâ öldükten sonra onun dünyaya tekrar döneceğine veya öldürülmeyip hâlâ yaşadığına, onda ilâhî bir özellik bulunduğuna, bulutta gizlendiğine, gök gürültüsünün onun sesi, şimşeğin de kamçısı olduğuna ve Hz. Peygamber’den sonra onun peygamber olarak gönderi­leceğine dair rivayetler bu kabildendir. Öte yandan Hz. Peygamber ile Hz. Ali’­nin aynı nurdan yaratıldıklarına, melek­lerin onlar için yedi yıl istiğfar ettiğine, Hz. Ali’nin insanların en hayırlısı olduğu­nu inkâr edenlerin dinden çıktığına dair rivayetlerle benzeri pek çok haberin Hz. Peygamber tarafından söylenmediği mu­hakkaktır (ibn Arrâk, I, 351-371, 392-407; Şevkânî, s. 342-384). Kurân-ı Kerîm’deki "sebil, sırât-ı müstakîm, vesîle, hablül-lafı, el-urvetü’1-vüskâ, nur, hüdâ. hâdî, şâhid, sıddîk, fâruk, iman, islâm, rıdvan, ihsan, cennet" gibi terimlerle Hz. Ali’nin kastedildiğini, bazan Hz. Peygamber’e isnad ettikleri uydurma hadislerle, ba­zan da İbn Abbas, İmam Bakır gibi sahâbî ve âlimlere nisbet ettikleri yorum­larla ispatlamaya çalışmışlardır (İbn Şeh-j râşûb, 111, 71-103). Hz. Ali’ye bağlılıkta İs­lâmiyet’le bağdaştırılmayacak tarzda aşırı davranan fırkalar içinde onun Hz. Peygamber’e denk veya ondan üstün ol­duğuna inananlar bulunduğu gibi, onu Hz. Peygamber’i nebî olarak gönderen ilâh kabul edenler de vardır (Ek., I, 845-846). Bu sebeple Ali ile ilgili olarak uy­durulan haberler birbirinden farklı ka­rakterler arzetmektedir.

Hz. Ali’nin faziletlerine dair, yukarıda zikredilenler gibi asılsız olmamakla be­raber, muhaddislerin birçoğu tarafından zayıf olarak değerlendirilen rivayetler de vardır. Bunlardan biri şöyledir: Bir gün Hz. Peygamber’e kızartılmış bir kuş takdim edilmişti. O da Allah Teâlâ’ya, "Bunu benimle yemek üzere en sev­diğin kulunu gönder" diye dua etti. Der­ken Ali geldi; birlikte yediler (Mübârek-fûrî, X, 223-225; diğer rivayetleri için bk. Heysemî, IX, 125-126; İbn Hacer el-Aska-lânî, el-Metâlibü’l-’âliye, IV, 61-63) Hadi­sin çeşitli rivayetlerinde Hz. Âişe’nin ve­ya Enes b. Mâlik’in, kendi yakınlarından birinin bu şerefe nail olmasını istedikle­ri için kapıya kadar gelmesine rağmen Ali’yi içeri almadıkları, fakat sonunda onu kabul etmek zorunda kaldıkları an­latılmaktadır. Tirmizî hadisin zayıf  olduğunu söylemektedir. Hz. Ali ile ilgili olarak hadis âlimlerinin üzerinde en çok tartıştığı rivayetlerden biri de  Hz. Peygam­ber’den sonra ilim ve hikmet kaynağı­nın Ali olduğunu ifade eden bu haber, değişik lafızlarla da riva­yet edilmiştir. Hz. Ali’nin Resûlullah’tan gayb ilmini öğrendiği, ondan manevî ilimler tahsil ettiği, bu sebeple de ilim öğrenmek isteyenin mutlaka ondan fe­yiz alması gerektiği iddiası bu rivayete dayandırıldığı gibi. hilâfetin sadece Ali ve evlâdına ait bir hak ve imtiyaz oldu­ğu görüşü de bu ilim telakkisiyle des­teklenmektedir. Ancak daha Resûl-i Ek­rem’in sağlığında ve sonraki devirlerde kıraat, tefsir, hadis, fıkıh gibi dinî ilim­lerin muhtelif sahâbîlerden öğrenildiği bilinmektedir. Bu sebeple ilim kapısının sadece Hz. Ali olduğunu ileri sürmek isabetli  bir görüş değildir. Onun  Hz. Peygamber’den özel bir ilim ve talimat almadığı da yukarıda belirtildiği üzere-kendi ifadesiyle sabittir. Dolayısıyla bu hadise dayanarak manevî ilimlerin sa­dece onun vasıtasıyla elde edilebileceği­ni iddia etmek mümkün değildir. Tirmi­zî hadisin bu rivayetini almış ("Menâkıb", 20), bu rivayetin garîb ve münker olduğunu ifade etmiştir. İbnü’l-Cevzî gibi âlimler hadisin mevzu oldu­ğunu belirtirken Hâkim muhtelif riva­yetlerini vererek sahih olduğunu  ileri Sürmüş [el-Müstedrek,  III,   126-127), Zehebî ise Hâkim’in görüşüne katılmaya­rak mevzu olduğunda hiçbir şüphe bu­lunmadığını söylemiştir. İbn Hacer her iki görüşe de katılmayarak hadisin ha­sen olduğunu  ifade  etmiştir.   el-Burhânü’1-celî fî tahkiki intisâbi’ş-sûfiy-ye ilâ  ’Alî adlı eserinde İbn Teymiyye’ye ve diğer bazı âlimlere ağır haka­retler ederek Hz. Ali’ye manevî velaye­tin verildiğini ispata çalışan Ahmed b. Muhammed  b. Sıddîk el-Gumârî, söz konusu   hadisin  sahih   olduğuna   dair Fethu’l-melîki’l- calî bi-şıhhati hadîsi bâbi medîneti’l- ’ilm ’Alî adıyla bir ki­tap yazmıştır  (Kahire   1389/1969,   117 s).  Muhaddislere rağmen bu hadisin sahih  olduğunu  kabul  eden tasavvuf erbabı, Hz. Ali’nin yoğun hilâfet işleri sebebiyle tasavvufun  esaslarını  geniş bir şekilde açıklamaya fırsat bulama­mış olsa bile bu  ilmin esaslarını  Hz. Peygamber’den öğrendiğini, bu esasları ondan da Hasan-ı Basrinin elde ettiğini ileri sürerler. Hadis âlimleri bu görüşe de karşı çıkarak Hasan-ı Basrinin Hz. Ali’yi kısa bir süre görmekle beraberona talebelik etmediğini belirtirler (İbn Hacer el-Askalânî, Tehztbü’t-Tehzîb, II, 263-267).

Hz. Ali’nin faziletine dair sahih hadis­ler de vardır. Aşırı Şiî gruplar çok defa bu rivayetlerle yetinmeyerek onlara çe­şitli ilâveler yapmışlar ve böylece ilk ha­lifenin Ali b. Ebû Tâlib olması lâzım gel­diği hususundaki iddialarını güçlendir­mek istemişlerdir. Bu nevi rivayetlerin en meşhuru Gadîr-i Hum hadi­sidir. Gadîr-i Hum’a dair haberlerin en güvenilir olanı Zeyd b. Erkam’ın rivayet ettiği hadistir. Buna göre, Hz. Peygam­ber Mekke ile Medine arasında bulunan Hum suyu başında bir konuşma yap­mış, Allah’a hamdü senadan ve ashabı­na bazı öğütlerde bulunduktan sonra onları vefatını müteakip Allah’ın kitabı­na sarılmaya ve Ehl-i beytine sahip çık­maya teşvik etmiştir (Müslim, "Fezâ’i-lü’ş-şahâbe",  36;  Müsned, IV,  366-367). İbn Mâce’nin es-Sünen ’indeki Berâ b. Âzib’den rivayet edilen zayıf bir hadise göre Hz. Peygamber hacdan dönerken yolda bir yerde konaklamış, namaz kılı­nacağını ilân ettikten sonra Hz. Ali’nin elini  tutmuş,   "Ben  müminlere  kendi canlarından daha yakın değil miyim?" diye sormuş  "Evet"  cevabını aldıktan sonra da, "Ben kimin dostu isem bu da onun dostudur. Allahım! Onu sevenleri sen de sev, ona düşman olanlara sen de  düşman  ol!"   demiştir  (İbn   Mâce, "Mukaddime",  11). Şiî kaynaklarda ise bu olay çok farklı bir şekilde verilmek­tedir. Onlara göre, Hz. Peygamber hac vazifesini ifa edip Medine’ye dönerken Ali’yi kendisinden sonra halife olarak ilân etmesini emreden âyet nazil ol­muş, fakat Peygamber bu tebligatı, as­hap arasında kargaşanın çıkmayacağı uygun bir zamanda yapmak düşünce­siyle biraz geciktirmeyi düşünmüş, bu­nun üzerine sahâbîler dağılıp gitmeden tebliğ etmesi gerektiğine dair ikinci bir âyet nazil olmuştur. Allah Teâlâ, "Ey Resulüm!   Rabbinden   sana   indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini ifa etmemiş olursun; Allah se­ni insanlardan koruyacaktır" (el-Mâide 5/67) âyetini bu maksatla inzal etmiş­tir. Hz. Ali’nin halife tayin edildiğini teb­liğ etmekten dolayı kendisine herhangi bir  zarar  gelmeyeceğini  anlayan   Hz. Peygamber Gadîr-i Hum’da konaklama emri vermiştir. Yüksekçe bir yere çıkıp Ali’yi sağına almış, yakında rabbine ka­vuşacağını belirttikten sonra Allah’ın ki­tabı ile Ehl-i beyt’ine sarıldıkları takdirde doğru yoldan sapmayacaklarını söy­lemiş, daha sonra Hz. Ali’nin pazıların­dan tutarak, "Ben kimin dostu isem bu Ali de onun dostudur. Allahım! Onu dost bilene dost, düşman bilene düşman ol; ona yardım edene yardım et. onu yar­dımsız bırakanı da perişan et!" demiş­tir.  Öğle  namazını  kıldırdıktan  sonra Ali’nin emîrü’l-mü’minîn selâmı ile se­lâmlanarak tebrik edilmesini emretmiş, Peygamber zevceleri  de  dahil  olmak üzere kadın erkek bütün sahâbîler onu kutlamışlardır  (A’yânuş-Şî’a,   I,   290). Bu konudaki uydurma rivayetlerden bi­rine göre Hz. Peygamber onun halifeli­ğini,  "Ali  benim  vasîm,  kardeşim  ve benden sonraki halifemdir. Onun sözle­rini dinleyiniz ve ona itaat ediniz" diye­rek ilân etmiş, fakat sahâbîler Peygamber’e karşı gelerek bu hadisi gizlemiş­lerdir (Ali el-Kârî, s 433). İbn Kesîr Ga­dîr-i Hum olayına dair bazı rivayetleri es-Siretan-nebeviyye’de (IV, 414-426), Heysemî de Mecma cu z-zeva’id’de (IX, 103-109) değerlendirmişlerdir. İbn Kesîr’in belirttiğine göre (IV, 414) Taberî, Gadîr-i Hum’la ilgili bütün rivayetleri iki cilt hacmindeki bir eserde toplamıştır.’ Öte yandan Hz. Peygamber’in hilâfeti vasiyet yoluyla Ali’ye tahsis ettiğine da­ir Şiîler tarafından ileri sürülen rivayet­lerin de asılsız olduğunu söylemek ge­rekir. Nitekim bu iddia Hz. Âişe’ye söy­lendiği zaman, "Tuhaf şey, Resûlullah Ali’ye ne zaman vasiyet etmiş?" diye­rek menfi kanaatini belirtmiştir (Buha­rı, "Vaşiyyet", 1; "Meğâzî", 83; Müslim, "Vasiyyet", 19). Hanımlarının bazı işleri­ni idare etmek ve borçlarını ödemek üzere ona vasiyette bulunmasının ise (Heysemî, IX, 112-114) bu mânadaki va­siyetle ilgisi yoktur. Hz. Ali’nin hücresi dışında,  ashâb-ı  kirama  ait olup  da Mescid-i Nebeviye bakan bütün kapıla­rın kapatılması konusundaki hadisler­den (bk. Tirmizî, "Menâkıb", 20; Müsned, I, 175; II, 26; IV, 369; Heysemî, IX, 114-115) hareketle Hz.  Peygamber’in onu zımnen   halife   tayin   ettiği   mânasını çıkarmak da doğru değildir. Zira Ali’ye ait hücrenin diğer hücreler gibi dışarıya da açılan bir kapısı bulunmadığı  için onun mescide bakan kapısına dokunul­mamıştır.  Hz.  Peygamber’in,   "Ey Ali! İkimizden başkasının cünüp olarak bu mescidde yürümesi doğru değildir" (Tir­mizî, "Menâkıb", 20) demesinin sebebi de tıpkı Hz. Peygamber gibi mescidin bitişiğinde oturmasından dolayıdır. Resûl-i Ekrem bu hadiseden yıllarca sonra, vefatından birkaç gün önce Hz. Ebû Bekir’in hücresi dışındaki kapıların ka­patılmasını emrettiğine göre (Buhârî, "Şalât", 80, "Fez’â^ilü aşhâbi’n-nebî", 3 "Menâkıbu 1-enşâr", 45), bu hadisten id­dia edilen mânanın çıkarılması müm­kün değildir.

Sahih olmakla beraber aynı şekilde istismar edilen hadislerden biri de Re-sûl-i Ekrem’in Hz. Ali’ye hitaben söyle­diği, Sen bana bağlı­sın,  ben  de  sana"  (Buhârî,  "Sulh",  6, "Meğâzî", 43) hadisidir. Buhârinin kay­dettiği   rivayete  göre,  Hz.   Peygamber hicretin 7, yılında yaptığı umreden son­ra Mekke’den ayrılırken Hz. Hamza’nın kızı, "Amcacığım, amcacığım!" diye ağ­layarak Hz.   Peygamber’in  arkasından koşmuş, Ali onu alıp Hz. Fâtıma’nın bu­lunduğu mahfeye koymuştu. Medine’ye vardıklarında Hz. Ali ile kardeşi Ca’fer ve Zeyd b. Hârise’den her biri çocuğu himayelerine almak istemiş,  Hz.  Pey­gamber,  "Teyze anne sayılır"  diyerek çocuğu teyzesiyle evli olan Cafer’in hi­mayesine vermişti. Sonra da onların bu insanî hareketini takdir etmek ve gö­nüllerini almak için Hz. Ali’ye soy, sıhri­yet ve karşılıklı muhabbet gibi sebep­lerle birbirlerine olan yakınlıklarını ima ederek, "Sen bana bağlısın, ben de sa­na" demiş; Ca’fer’e, "Sen hem yaratılış hem de huy bakımından bana benzer­sin" buyurmuş; Zeyd’e de, "Sen bizim kardeşimiz ve dostumuzsun" diye iltifat etmişti. Görüldüğü üzere Resûlullah bu sözleri Hz. Ali’ye vesayetle ilgisi olma­yan bir münasebetle söylemiştir. Bu ha­disin farklı bir rivayeti Tirmizînin es-Sünen’inde bulunmaktadır ("Menâkıb", 20) Buna göre, Yemen Seferi’nden dö­nen Ali’yi, bu sefere katılan sahâbîlerden dördü bazı davranışları sebebiyle Peygamber’e şikâyet etmek istemiş, o da, "Ali’den ne istiyorsunuz?" diye üç defa çıkıştıktan sonra, "Ali bendendir, ben de ondan; benden sonra o bütün müminlerin velîsidir" buyurmuştur. Bu hadisteki, "Benden sonra o bütün mü­minlerin velîsidir" ifadesi, Şiîler’e göre Ali b. Ebû Tâlib’in Hz. Peygamber’den sonra halife olacağını gösterir. Halbuki Tirmizî bu hadisi sadece bir râvinin ri­vayet ettiğini ve bir başka tarikle geldi­ğine vâkıf olamadığını söylemiştir. Ge­rek bu senedde gerekse Ahmed b. Han-bel’in Müsned’indeki (IV, 437) senedde Ca’fer b. Süleyman ed-Dubaî adlı aşırı Şiî bir râvi vardır. "Muâviye’nin adı anı­lınca ona hakaret eden, Ali’nin adı anılınca oturup ağlayarı" (İbn Hacer el-Aska-lânî, Tehzîbü’t-Tehzıb, II, 97) bu râvi se­bebiyle hadis zayıftır. Gerçi aynı hadisi Ahmed b. Hanbel değişik bir senedle de rivayet etmektedir (IV, 356). Fakat bu senedde de Eclah el-Kindî adlı bir başka Şiî vardır (Zehebî, Mîzânul-i’tidâl, I, 79). Hadisin diğer rivayetlerinde "benden sonra" ifadesinin bulunmayışı (bk. Müs-ned, I, 84, 118, 119, 152, 331; IV, 281, 368, 370, 372; V, 347, 366, 419), bu ilâvenin iki Şiî râviden kaynaklandığı kanaatine ağır­lık kazandırmaktadır. Söz konusu ifade sahih olsa bile Hz. Peygamber’in Ali b. Ebû Tâlib hakkındaki dedikoduları or­tadan kaldırmak maksadıyla bunu söy­lediği açıktır. Zaten onun bir dedikodu, bir anlaşmazlık veya itikadı zedeleyecek bir yanlış anlama karşısındaki tutumu hep böyle olmuş, daima olayları anında yatıştırma cihetine gitmiştir.

Sahih olduğu halde istismar konusu edilen hadislerden bir diğeri de şudur: Hz. Peygamber Tebük Seferi’ne gider­ken Ali’yi Medine’de yerine vekil olarak bırakmış, fakat onun kadınlarla ve ço­cuklarla kalıp savaşa katılmamaktan do­layı şikâyetçi olduğunu görünce, "Ha­run’un Musa’ya yakınlığı ne ise senin de bana yakınlığın öyledir, yalnız benden sonra peygamber gelmeyecektir" bu­yurmuştur (Buhârî, "Fezâ’nü aşhâbi’n-nebî", 9, "Meğâzî", 78; Müslim, "Fez’â’i-lü’ş-şahâbe", 30-31). Hz. Mûsâ ile Hârûn arasında kardeşlik ve nübüvvet yakınlı­ğından başka Tûr’a çıktığı sırada belli bir zaman için Benî İsrail’i idare etmek üzere Harun’un Musa’ya vekâlet etmesi münasebeti vardır. Söz konusu hadiste Hz. Peygamber nübüvvet yakınlığının im­kânsızlığını belirtmiştir. Geride nesep yakınlığı ve savaşa katılmayan Medine halkını belli bir zaman için idare etmek üzere Hz. Peygamber’e vekâlet etme işi kalmıştır. Nitekim Peygamber’in diğer seferlerinde aynı görevi diğer sahâbîler ifa etmiştir. Buna rağmen söz konusu hadis, Hz. Peygamber’in vefatından son­ra hilâfetin Hz. Ali’ye ait olacağına dair Şîa’nın ileri sürdüğü iddiaların önemli dayanaklarından birini teşkil etmiştir (bu konudaki diğer rivayetler için bk. Heysemî, IX, 109-111).

Hz. Ali’nin faziletine dair en güvenilir rivayetlerden biri de şöyledir-. Hz. Pey­gamber Hayber kuşatması sırasında, sancağı bir gün sonra Allah ve Resulü’nü seven birine vereceğini ve zaferin onun eliyle kazanılacağını söylemişti. Bu müjde Ömer b. Hattâb’ı bile heyecanlandırmış, fakat Hz. Peygamber sancağı Ali b. Ebû Tâlib’e vermiş ve fetih ger­çekleşmişti (Buhârî, "Cihâd", 102, 121, 143, "Fezâ’ilü aşhâbi’n-nebî", 9; Müs­lim, "Feza’ilü’ş-şahâbe", 32-35). Bir diğer sahih rivayet de Hz. Peygamber’in, Ali b. Ebû Tâlib’i ancak müminlerin sevebi­leceğine, ona sadece münafıkların kin besleyeceğine dair hadisidir (Müslim, "îmân", 131). Hz. Peygamber’e ilk ina­nanlardan biri olması, onun evinde ve himayesi altında büyüyüp yetişmesi, en sıkıntılı günlerinde yanı başında bulun­ması, ayrıca hem amcazadesi hem de damadı olması gibi sebeplerle Resûl-i Ekrem’in Hz. Ali’yi gönülden sevmesi ve ona diğer sahâbîlerden farklı iltifatlarda bulunması tabiidir. Bütün bunlar onun faziletli bir sahâbî olduğunu göster­mekle birlike İslâm dini için büyük hiz­metler ifa eden ve Hz. Peygamber’in çe­şitli iltifatlarına mazhar olan Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman gibi büyük sahâbîlerin üstünlüklerine gölge düşürmez ve bu tür haberlerin sahih olanları bile hilâfet için delil teşkil etmez.

Hz. Ali’nin faziletleriyle ilgili rivayetle­ri bir araya toplama arzusu ilk asırlar dan beri Sünnî, Şiî birçok müellifi bu sahada eser vermeye sevk etmiş, onun muhtelif gazvelerdeki kahramanlıkları­nı ve daha başka özelliklerini ele alan çalışmalar büyük bir yekûn tutmuştur. Fuat Sezgin, konuyla ilgili olarak ilk de­virlerden günümüze kadar yazılan eser­lerin belli başlılarını tesbit etmiştir.

 

Kaynak:TürkiyeDiyanetVakfıAnsiklopedisi”Ali”MaddesiYazar.M.YaşarKandemir.C:II.s.371-378